MUSTAFA VARLI 1963 MEZUNUMUZ E.HATAY İL MÜFTÜSÜ
DİYANET ELEŞTİRİLEBİLİR Mİ?
“Diyanet”, sözlük anlamı olarak "din" demektir. Din ile ilgili kurallar ve bu kurallara bağlı olma durumu demektir. Bu da; bize göre yüce Allah’ın indirdiği emirlerle sınırlı olduğu için onu eleştirmek, elbette abesle iştigal olur. Çünkü bu anlamda dini, yani diyaneti eleştirmek, hâşâ onu gönderen yüce Allah’ı eleştirmek demek olur ki; bu, en basit ifadesiyle “haddi aşmak” olur.
Fakat din işlerini yürütmekle görevli bir insanı yahut “Diyanet Teşkilâtı” adı verilen bir kurumda görev yapan birilerini veya onların yaptıkları işleri eleştirmek; elbette mümkündür. Çünkü kim olursa olsun her insan, bazen övülebileceği, tebrik edilebileceği işler yaptığı gibi bazen de eleştirilebileceği işler de yapabilir. Zira inancımıza göre sadece peygamberler eleştirilemezler. Çünkü onlar daima yüce Allah’ın kontrolündedirler ve ne yapacakları ya da neyi yapmayacakları vahiyle kendilerine bildirilmiştir.
Hep biliyoruz ki; özel veya kamuya ait her kurum, insanlar tarafından yönetiliyor. Yönetenler insan olduklarına göre bazen onlar da hata yapabiliyorlar. Ancak bu hatalar kurumun değil, insanların hatası olarak kabul edilmelidir.
İnancımıza göre her mümin, samimiyetle “mümin kardeşinin aynası” olmalı ve onda gördüğü hataları, hiçbir art niyet olmadan düzeltmeye çalışmalı, eleştirilen kimse de bundan aslâ gocunmamalıdır. Çünkü insan, bazen kendi yaptığını hep güzel ve doğru gördüğü için, hatalı olup olmadığını fark edemeyebiliyor. Bundan dolayı mümin, mümine aynalık ve kardeşlik görevini yapmalı, gördüğü hataları da belirtmeli ki; hatalar sürekli tekrarlanmasın.
Ne var ki günümüzde ya makam sahiplerinin farklı tavır alışlarından veya onların etrafında bulunup gerektiğinde onları ikaz etmeleri gerekenlerin “eleştirmek” gibi bir anlayışı olmadığından dolayı kimse kimseye aynalık görevi yapamıyor. Âmirin doğru ya da yanlış her yaptığı övülüyor ve kanaatimizce hatalar zinciri yıllar yılı böylece devam edip gidiyor.
Oysa “Diyanet Teşkilâtı” gibi bir kurum, bir sahabinin Hz. Ömer’e (r.a) karşı kalkıp “şayet doğru yoldan saparsan, şu kılıcımızla seni doğru yola döndürürüz” sözüne karşılık Hz. Ömer’in böyle bir maiyete sahip olduğu için Allah’a şükretmesi anlayışını yaşamalı ve yaşatmalı değil mi?
Hâl böyle olduğuna göre;
* Neden bugün, bütün kurumlarımızda hiçbir memur, hangi makamda olursa olsun reddedilmek, azarlanmak veya görevden alınmak gibi korkularla âmirinin hatasını söylemeye cesaret edemiyor?
* Âmiri eleştirmek bir yana neden herkes, âmirlerin her yaptıklarını övme hastalığına yakalanıyor?
* Âmirlik görevine gelmiş olanlar da, neden sanki her yaptıklarını veya düşündüklerini doğru kabul ediyorlar? Kendilerini hep bulutların üzerinde hissediyorlar?
* Neden gerektiğinde kendilerini ikaz edebilecek elemanları yanlarında bulundurmuyorlar da sadece icraatlarını öven ve itiraz etmeden emirlerini yapabileceklerine inanıp güvendikleri kimseleri çevrelerine dolduruyorlar?
Üzülerek görüyoruz ki; Hz. Peygamber’in (s.a.s) ve O’nun kutlu sahabelerinin hayatlarını yaşamaya ve yaşatmaya çalıştıklarına inandığımız “Diyanet” teşkilâtımız da sanki aynı akıntıya kapılmış gidiyor.
Bu arada halkın çoğunluğu tarafından yadırganan her hangi bir konu, sadece kişilere değil, bir kuruluşa, hatta onların nazarında ayrı bir saygınlığa sahip olan “Diyanet” gibi bir kuruma yüklenince; toplumda sessiz yadırgamalar ve yerine göre Diyanet kurumuna karşı için için sitemler, serzenişler yapılabiliyor.
Gerçi inancımıza göre bir insan, bir şeyin iyi ve doğru olduğuna inanarak onu yaparsa; o yaptığı iş yanlış bile olsa, iyi niyetinden dolayı günah kazanmak bir yana bazı hallerde sevap bile kazanabilir. Elbette ki, çok saygın olan “Diyanet” teşkilâtımızın tüm yöneticileri için de aynı samimi niyet söz konusudur. Hepimiz biliyoruz ki; “onlar yaptıklarını iyi niyetle yaparlar, bilerek yanlış yapmazlar” diyoruz.
Ancak kurumun halk nazarında yıpranmaması için halk içinden birilerinin bu yadırgamaları dile getirip ilgililerin dikkatine sunması gerekiyor.
İşte bizim bu gayretimiz, bu yadırganmayı ortadan kaldırmak ya da asgariye düşürmek içindir. Şayet sürç-i lisan olursa da mazur görüleceğimizi umuyoruz.
Hepimiz biliyoruz ki; özellikle televizyon gibi görüntülü yayın araçlarının toplumda yaygınlaşmasından sonra Diyanet İşleri Başkanlığımız”, çok yararlı bir faaliyet olarak;
* Mübarek gecelerde ve kahramanlık yıldönümleri gibi değişik münasebetlerde halka açık Mevlit merasimleri düzenlemekte,
* Bu vesilelerle de Hz. Peygamber’in (s..s) yaşantısını, ahlakını, tavsiyelerini anlatma fırsatını bulmakta,
* Bunu da değişik zamanlarda ülkemizin değişik kentlerinde, hatta bazen sınırlarımızın dışında kardeş ülkelerde icra etmektedir.
Böylece hem o kentlerde bulunan halka, “biz sizin yanınızdayız” dercesine onlar onura edilmeye çalışılmakta, hem de oradaki camiler ve diğer tarihi yerler tanıtılmış olmaktadır. Bu yönleriyle kanaatimizce övgüye lâyık, tebrike şayan çok faydalı bir hizmet yapılmaktadır.
Ancak bu faaliyet esnasında halkın dikkatinden kaçmayan ve bazen kendi aralarında bu çok değerli kurum hakkında maalesef dedikoduya varan serzenişler yapılmaktadır. Buna göre meselâ Diyanet’in merkez teşkilâtı bu merasimleri icra etmek için ülkemizin herhangi bir şehrine giderken binlerce kilometrelik yerlerden, mevlit merasimi elemanlarını; Kur’an, Mevlid veya ilâhi okuyacak, dua edecek ve sohbet yapacak kimseleri de beraberlerinde götürmektedirler.
Acaba bu külfete neden ihtiyaç duyuluyor?
* Gittikleri şehirde acaba Kur’an okuyabilecek kimse yok mu?
* Her şehirde halkımızın nerdeyse her birisinin bile artık ezbere bildiği mevlitten bir bahir yahut ilâhîler, kasideler okuyabilecek kimse yok mu?
* Orada Mevlit esnasında arada kısa bir dua yapabilecek kimse yok mu?
* Günün önemi ile ilgili üç beş kelâm edebilecek ve sonunda dua yapabilecek hiç görevli yok mu?
Oysa herkes biliyor ki; gidilen o ilde ve ilçelerinde “Diyanet” teşkilatına bağlı olan ve olmayan, hemen her münasebette Kur’an, mevlit, kaside okuyan çok değerli, yüzlerce eleman var. Orada her zaman va’zeden, sohbetler yapan dua eden cemaati mutlu eden, halkın gönlünde taht kuran Müftüler, vaizler, hocalar var.
Oralarda özellikle Kur’anı ve Mevlidi çok güzel seslerle icra eden nice elemanlar dururken, genellikle Ankara, İstanbul, Bursa gibi şehirlerdeki imam veya müezzinler ya da merkez görevlilerinden okuyucular, duahanlar götürülmektedir. Acaba neden?
Yerel halk, orada hep aynı okuyucuları dinliyorlar, aynı zevattan sohbetleri dinliyorlar. Onlar için farklı bir ses, farklı bir nefes, ayrı bir sohbet tarzı sunmak gibi iyi bir niyetle bu yola girilmiş olabilir. Bu da bir yönden doğrudur. Fakat diğer yönden tüm ülkeye ve hatta tüm dünyaya belki ilk defa yayını yapılan böyle görüntülü bir programda belki bir daha böyle bir fırsatı aslâ yakalayamayacak olan yöre halkı, kendi yerel okuyucularının, kendi yakınlarının, kendi yörelerinin sesini duyurmayı istemezler mi? Onları bundan mahrum etmek doğru olur mu?
Oradaki görevliler, her ne kadar seslendirmeseler de “bizim bu gelenlerden neyimiz eksikti de bizi dışladılar” diye düşünmezler mi? Herkes kendini onların yerine koymalı değil mi?
Elbette orada bulunan halk, düzenleyici sıfatıyla genel merkezin, daraltılmış yönetici ve denetleyici bir kadro ile bu merasimlere iştirak etmesini ve hatta gelenlerden birisinin kısa bir sohbetle cemaati onura ederek selamlamasını, karşılarında ayrı bir yüz görmelerini saygıyla ve muhabbetle karşılayacaklardır. Fakat bütün bir programı uzaklardan gelenlerin üstlenmesini, yerlilerin de uzaktan seyretmesini hep yadırgamışlardır.
Biri lütfen çıkıp açık sözlülükle şu Müslüman halka bir açıklama yapsın:
* İl müftüsü, ilçe müftüleri, vaizleri, yüzlerce görevlisi ve mevlithanları bulunan bir yere binlerce kilometrelik mesafeden; neden mevlitten beş dakikalık bir “bahir” okumak için elemanlar götürülmektedir? Bunu bir izah eden var mı? İşin bir diğer yönü de “israf” olmaz mı? O da düşünülmeli değil mi?
* Bu uygulamayla, o kentte, o yörede Kur’an ve Mevlid okuyabilecek, sohbet yapabilecek, dua edebilecek kimse yok mu demek isteniyor?
Eminim ki; yöneticiler böyle düşünmüyor. Fakat ne var ki; görüntü ve uygulama bunu çağrıştırıyor. Bu şekilde gidilen her yerdeki halk, genelde böyle düşünüyor. Fakat bu düşüncelerini seslendirmeyi kendilerine yakıştırmıyorlar.
Peki, her birimiz, kendimizi böyle bir bölgede yaşayan biri olarak düşünelim ve bir özeleştiri yapalım:
Bu yapılanlar, yüzlerce belki binlerce görevlisi bulunan o bölge halkına ve özellikle o ilde görev yapanlara karşı bir aşağılama, bir değersiz görme anlamı taşımaz mı? Yani daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, belki iyi niyetli bu uygulamalar, “Diyanet” teşkilatının;
*) “Sizde doğru dürüst Kur’an okuyabilecek kimse yok. İstanbul’dan, Ankara’dan veya Bursa’dan falan imamı, müezzini getirdik” der gibi bir tavır içine girmesi, o bölgede bulunan yüzlerce Kur’an bülbülüne bir hakaret sayılmaz mı?
*) Yahut “siz vaaz etmeyi beceremiyorsunuz” der gibi, genel merkezden konuşmacı götürerek orada bulunan il ve ilçe müftülerine ve çok sayıdaki resmî ve fahrî vaizlere karşı ayıp yapılmış olmuyor mu?
*) Veya tekrar edile edile artık halk tarafından bile ezbere bilinen Elmalılı merhumun “Hamdini sözüme ser taç ettim” sözleriyle başlayan birkaç cümlecik duayı veya tüm el kitaplarında görülen benzerlerini okumak için özel duahanlar götürmek, orada yaşayan halka karşı ayıp yapılmış olmuyor mu?
Herkese azamî derecede saygılı davranması gereken bizler, Diyanet mensupları olarak bunu yaparsak; başkaları ne yapar? İslâmî sosyal âdabı başkalarına biz nasıl anlatabiliriz?
Muhtemeldir ki; bu tür merasimlerin yapıldığı yerlerde bulunan görevlilerin okuyuşu, telaffuz farkı ve makam yapış tarzları, genel merkezde bazılarının hoşuna gitmemiş olabilir.
Şayet böyle düşünülüyorsa (ki böyle düşünüldüğü bilinmektedir); o halde böyle bir yerde böyle bir programı hiç yapmamak daha doğru olmaz mı? Şayet orada yapılacaksa; her şeyiyle oranın özelliklerini, olduğu gibi yansıtması gerekmez mi?
Meselâ; gittiğimiz şehirlerin özeliklerini, değişik âdetlerini, kıyafetlerini, folklorunu, konuşma lehçelerini, çeşitli yiyeceklerini, tatlılarını, farklı sokaklarını, caddelerini, değişik mimarilerini, manzaralarını göğsümüzü gere gere anlatıyor, tanıtıyoruz da neden sıra Kur’an okuyuş farklarına gelince, bizim istediğimiz gibi tek tip olsun istiyoruz?
* Hani biz, ülkemizi değişik renklerdeki bir mozaiğe benzetiyorduk?.
* Hani bölgelerdeki insanlarımızın konuşma tarzları, lehçeleri, nağmeleri, şarkıları, türküleri, âdetleri hep övdüğümüz ve övündüğümüz konulardı?
* Hani dizilerimizde, filmlerimizde ve hemen her sosyal etkinliğimizde Karadeniz lehçesini, Trakya bölgesi, Ege bölgesi, İç Anadolu, Doğu veya Güneydoğu Anadolu bölgeleri hatta yurt dışındaki komşularımızın lehçelerini zevkle dinliyor hiç yadırgamıyorduk?
Konu Kur’an okumaya gelince neden tek tip bir lehçe, tek tip bir makam üzerinde ısrar ediyoruz? Neden herkesi kendisinin en iyi şekilde okuyabileceği Kur’ânı okumasına müsamaha göstermiyoruz?
Tarihî bir gerçektir: Hz. Peygamber (s.a.s) de Kur’anın değişik lehçelere göre okunmasına izin vermişti. Bugün de İslâm âleminin değişik bölgelerinde, hatta bizim ülkemizde bile kıraat şekilleri ders olarak okutulup öğretilmektedir. Hâl böyle iken, başkaları değil de, bizim saygı duyduğumuz ve uzun yıllar mensubu olmakla iftihar ettiğimiz “Diyanet” teşkilâtımız neden, Kur’an okuma yarışmalarında ve mevlit gibi halka açık merasimlerde bir hafızımızın kendi yöresine uygun bir makamla Kur’ân okumasını yadırgıyor?
Hiç unutmayalım ki; genel olarak halkını ve onların meşru âdetlerini ya da lehçelerini yadırgayan ve dışlayan hiç bir idarenin, halk tarafından hoş görülmesi mümkün değildir.
Bunun özeti çudur: Biz yadırgarsak; yadırganırız. Biz dışlarsak; dışlanırız. Biz seversek; seviliriz, sayarsak; sayılırız. Bunun için biz, sevilmediğimiz halde seviliyor gibi görünmekten sakınmalıyız.
Bu konu, pek basite alınacak bir konu da değildir. Müslüman halkımızın en cahili bile, atalarından aldığı terbiye ve belki edebinden dolayı yanlarına misafir olarak gelen zevatın yüzlerine karşı bu hoşnutsuzluğu açıkça söyleyemiyor olabilir. Fakat çok iyi bilinmelidir ki; bu konu, halk arasında hemen her yerde bir dedikodu şeklinde söylenegelmektedir.
Bizim, özellikle insan denilen bu akıllı varlığı bir robot gibi aynı hizaya getirmemiz, onlara âdeta aynı dili konuşturmaya çalışmamız, aynı ortak makamı, lehçeyi kullandırmamız ve dilediğimiz gibi onları tornadan geçirmemiz mümkün değildir. Şayet bu anlayışta ısrar edersek; ikili görünmeye, bizim yanımızda başka, kendi hallerinde başka görünmeye onları biz alıştırmış olacağız.
Oysa birinin sevgisini kazanmak için önce onu olduğu gibi kabul etmek, ona ve âdetlerine saygı duymak gerekir. Aksi halde bütün çabamız, hizmetimiz, bir köpük gibi heba olup gider.
Bunun için bütün işi, dünya ve âhiretle ilgili konularda halka hizmet olan ve bu hizmetin daha çok manevi yönüne önem veren bir kurum olarak “Diyanet” teşkilatının, başkalarından farklı olarak halkın hissiyatına daha fazla değer vermesi gerekiyor.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki: Müslüman ve özellikle ilim sahibi olan Müslüman, Hz. Peygamber’in (s.a.s) hiç kimseyi incitmeden uyguladığı eğitim yönteminden ibret alarak daima mülayim olmalıdır. Hoşgörülü olmalıdır. Katı görüşlü ve içten pazarlıklı olmamalıdır. ”Dediğim dedik” olmamalıdır. Kürsüde, minberde neyi söylüyorsa; önce kendisi onu yapmalı, hayatında onu yaşamalıdır.
Hemen her konuda tecrübe ederek gördük ki; “ben yaptım oldu” gibi sabit fikirle hep kendi görüşüne ağırlık vermek, hiçbir zaman hiçbir insana hiçbir şey kazandırmıyor. Aksine bazen nefret uyandırıyor.
Özellikle yönetici olarak görev yapacak Müslümanların, her konuda bu inceliklere önem vermesinde hem kendileri, hem kurumları, hem de yönettikleri kimseler için çok daha hayırlı olacaktır.
Özetlemek gerekirse; gerek mübarek münasebetlerde ve gerekse diğer zamanlarda iyi niyetle ve halka hizmet anlayışıyla umuma açık Mevlid programlarını düzenleyenler, niyetlerinde ve işlerinde samimi olabilirler. Fakat onların bu samimi anlayışları, dışarıdan başka şekilde anlaşılabiliyor ve pek çok samimi Müslüman’ı dedikodu günahına sokabiliyorsa; bunu bir kez daha değerlendirmelerinde yarar var demektir.
Hiç unutmayalım ki; başka yerlerden meselâ Doğu veya Güney Doğu bölgelerimize getirdiğiniz okuyucuların güzel nağmelerle okudukları o güzelim Kur’an için, oradaki halk, “bu okuyuşla namaz kılınsa caiz olmaz” diyebiliyor ve samimi olarak buna inanıyorsa; dünyanın en iyi okuyucusunu da oraya getirmiş olsanız bile, orada iyi bir iş yapmış olmazsınız. Bunu unutmayalım.
Çünkü halkın bildiği ve doğruluğuna inandığı yanlışlar bile, bazen bizim doğrularımızdan daha etkili oluyor.
6.4.2021